Kendimi bildim bileli bir şeyler yazarım. Anı yazarım, günlük yazarım, şiir yazarım.. Kendimi başka nasıl ifade ederim bilmiyorum. Müziğe yeteneğim yok.. Bir müzik aleti çalamam ben. Onun yerine kelimelerimi fısıldıyorum ötmeye yeltenen kuşlara.. Ya da bale pabuçlarım yok adımlarımı gösterecek ama kelimelerim var yüreğimi gösterir onlar benim..
Hoş geldiniz.
Sürç-i Lisan edersek, affola..

İzmir Barış'tır.


Bugün günlerden İzmir!

Yıl 1922. Yunan Orduları İzmir'i işgal etmiş. 9 Eylül'de Türk Birlikleri'nin İzmire girmesi ile birlikte Yunan ordusu ve Rum Siviller Anadolu'dan çekildiler diyor Vikipedia. Daha sonra Hükümet Konağı ve Kadifekale'ye Türk Bayrağı çekildi ve İzmir Düşman işgalinden kurtuldu. 

Bana kalırsa İzmir'in kurtuluşu bu değildir. Bugün o sembol gündür. Yazının başında dediğim gibi her yıl bugün günlerden İzmir'dir. İzmir başlı başına mücadeledir. Kurtuluştur İzmir. 15 Mayıs 1919'da böyle ellerini kollarını sallayarak bu şehre giremezler! diye ilk kurşunu atan Osman Nevres'in (Hasan Tahsin olarak tanıyoruz.) o gün saat kulesinin altında öldüğü şehirdir İzmir. Milli Mücadelenin başlayışıdır bu ilk kurşun. Ne işgal olursa olsun 15 Mayıs 1919'dan 9 Eylül 1922'ye kadar Rum Siviller ile Türk Halkının hala komşu ilişkilerini kaybetmediği Barış'tır İzmir. 

Şimdi günlerden İzmir dedik ya. Karşıyaka'dan Göztepe'ye; Alsancak'dan Bornovaya; Çeşme'den Kuşadası'na herkes yaşıyordur bu heyecanı. Ezeli rakiplere Barış'tır bugün. (Kuşadası ne kadar resmi olarak Aydın'a bağlı olsa da halkı hala İzmir'li olduklarını söylerler. İzmir onları bağrına basar.) 

9 Eylül'ün şöyle muhteşem bir de anısı vardır. 
Büyük taaruz emri verilmiş ordularımız Akdenize seller gibi akmaktadır.Yunan Ordusu panik halinde İzmir'i terkeder ve yerini şanlı ordumuzun ilk birliklerine bırakır. Mustafa Kemal Paşa'da maiyetiyle birlikte İzmir'e gelmektedir, ancak yol üzerindeki kasaba ve köylerden geçerken sık sık önü kesilmekte ahali tarafından müthiş bir sevgiyle kucaklanmaktadır. Nihayet İzmir'i tepeden gören bir yere gelirler, Mustafa Kemal Paşa orada küçük bir kır* meyhanesi görür; “Beyler İzmir'e inmeden şurada birkaç duble içelim hem de dinleniriz” der. 

Meyhaneye girerler, fakat meyhaneci Paşayı görünce mutfağa kaçar çünkü kendisi Rum vatandaşıdır. Mustafa Kemal meyhanenin uç tarafına oturur, buradan bütün İzmir panoramik bir şekilde görülmekte ve olağanüstü bir manzaraya sahiptir. Paşa hiç konuşmadan sigarasını yakar, rakısından bir yudum alır, o muhteşem gözlerini İzmir'den ayıramaz. Bir müddet sonra yaverine; “Meyhaneciyi çağrınız” der. Zavallı meyhaneci mutfakta korkudan titremektedir, Yaver merak edilecek bir şey olmadığını söyleyerek güç bela Mustafa Kemal'in huzuruna getirir. 

Meyhaneci titrek bir sesle; “Emredin Paşam” der. Paşa sorar; “Kosti buraya gelip rakı içti mi?” (Yunan Kralı Konstantin'e Atatürk her zaman Kosti demiştir) Meyhaneci bu soruya şaşırmış ve “Hayır Paşam buraya hiç gelmedi.” Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa; “Hayret! Bu şehir üç yıldır işgal altında ve buraya gelip rakı içmemiş, O zaman niçin İzmir'i almak istemiş ki!” diyerek o zamanın ağır şartlarında dahi bu muhteşem şakayla, savaş yorgunu yüzleri güldürmüştür. 


Keyif'tir İzmir.Nasıl 15 Mayıs 1919 Milli Mücadele'nin ilk kurşunuysa 09 Eylül 1922'de Türk Topraklarının işgalden kurtulduğu son gündür. Yani bu iş İzmir'de başlamış İzmir'de bitmiştir. 

Bu iş İzmir'de başlayıp, İzmir'de bitecektir. 


*O küçük kır meyhanesi İzmir'in girişindeki Belkahvedir. Hala orada rakınızı yudumlayacak güzel yerler bulabilirsiniz.

2 Eylül 2006 İsyan Yürüyüşü

Ben İzmirliyim.. Aileden gelir Karşıyaka Spor Kulübündedir kalbimiz. Ama şimdi size şehrimin öte yakasının hikayesinden gururla bahsetmek isterim. Herkes bilsin İzmir'de taraftar olmak ne demektir.

"İsyan Yürüyüşü!"

Göztepe Taraftarı hala; "Amacına ulaşsa da ulaşmasa da İsyan Yürüyüşü şereftir!." diye bahseder o günden. "O" gün için taraftarların birbirlerine yaptığı çağrıları okudum bu yazıyı yazmadan. 

"- galatasaray maçında tribunleri dolduran 55.000 kişiyi,
- elazığ dönüşü havaalanından güzelyalıya zincir oluşturan binlerce kişiyi,
- antalya da stadın önünde çimlerde uyuyan yüzlerce kişiyi,
- tüm göztepeli taksicileri
- tüm göztepeli dolmuşçuları
- tüm göztepeli esnafı
- tüm göztepeli öğrencileri
- tüm göztepelileri
- içlerinde izmirlilik göztepelilik bulunan tüm spor yazarlarını,
- göztepe a.ş. sayesinde hayatı değişen işadamlarını,
- göztepe a.ş. sayesinde hayatları değişen sporcuları,
- ben önce göztepeliyim diye a.ş. dönemi futbolcularını,
- biz göztepeliyiz yönetimler yüzünden gittik diyen genç futbolcuları,
- efsane dönemi futbolcularını,yöneticilerini,
- fabrikalardan yazar kasa fişi toplayan başbakan ismaili,
- 17 sene sonra ortayı yapan ceyhunu golü atan hasanı,
- hz.deniz’i, kaptan tayfunu, metin diyadini, erkanı, kunduz gökseli ve hepsini
- her zaman göztepe’de çalışmak isterim diyen rıza çalımbay’ı
- teknik direktörlük hayatı göztepe de başlayan fatih terimi
- göztepe anılarına yazılarında yer veren cumhuriyet gazetesi yazarı sn.aydın ergin,
- saman alevi gibi yanıp sönen kurtuluş platformu üyelerini
- göztepeli olarak tanınan fatih dalanı
- göztepe için herşeyini feda eden bülent özkulu
- göztepenin efsane başkanı levent ürkmezi
- göztepe a.ş. nin ilk başkanı aydın bilgini
- göztepe a.ş. nin başkanlarından hilmi çınarı
- göztepe için her şeyi yapacağını söyleyen hamdi türkmeni
- her şeye rağman iyi niyetini göstermek için dinç bilgini

yer yüzündeki tüm göztepeliler

yer belli zaman belli son şans son umut

02 eylül 2006

saat : 17:00

göztepe iskelesi önü

bir kez daha

alayına isyan inadına göztepe"

Bu nedir biliyor musunuz? 
Bu İstanbul merkezli futbol takımlarının ne taraftarlarının, ne futbolcularının ne de yöneticilerinin hissedemeyeceği bir şeydir.
Bu "bizler taraftar olarak sade maçlara gidip evimize dönmek gibi işleri çoktan bırakıp yönetim ile ilgili kulüp ile ilgili camia ile ilgili neler yaparız. diye düşünürken, yönetici zümre diye geçinen insanların maçlara bile gelmemesi, en çok güvendiğimiz camia büyüklerimizin, en çok güvendiğimiz güzelyalı esnafımızın, en çok güvendiğimiz eski yöneticilerimizin, herşey den de çok yaşama gayemiz olan izmirimizin bizleri ve göztepemizi yalnız bırakması bizi kaçınılmaz sona doğru sürüklemektedir." diyen taraftarın sesidir. 

Varını yoğunu bir takım uğruna verebilecek bir kardeşliğin öyküsüdür. 



Kimin doğrusuyla yaşıyoruz..

Kimin doğrusuyla yaşıyoruz.

İlk cümle aynı kaldı. Paragraflarca yazıp sildim. Paragrafları attım yine içime. 
Susuyorum. Ben yapmam gerekeni, bana yakışanı yapıyorum.

Bir zamanlar bir adam varmış. En sevdiğine hep doğruyu hep güzeli öğretmiş. O olsun istemiş. Doğru insan olması uğruna o "en sevdiği"nden vazgeçmiş. Ama yaşamışlar hep. Hiç bitmemiş sanki sevgileri. Ama biliyormuş adam aslında "en sevdiği"nin onu kendisi kadar sevmediğini. Sonunda film bitmiş. Hikayedeki asıl kız doğru biri olamadan adam gitmiş.. Hiç gelmemek üzere hiç dönemeyeceği bir yere gitmiş. Kız o gün anlamış fedakarlığın ne olduğunu. 

Hikayenin üzerinden çook uzun yıllar geçmiş. Çok şey değişmiş kızın hayatında. Ve kız o adam gitti diye hep borçlu kalmış hayata. Ve bir gün kız sevmiş. Bir başkasını.. Önemli olan hikayenin sonuymuş.. O kız o gün ödemiş hayata karşı olan borcunu.. Sevgisi için vazgeçmiş "en sevgidiğinden".. Git demiş, uç başka baharlara.. Mutlu ol.. 

Kimin doğrusuyla yaşıyoruz. Neden vazgeçmiyoruz.. 

-SON-

Bu Dünya'dan Nazım Geçti de.. Siz Orhan Selim'i Tanır mısınız?





Bu dünyadan Nazım geçti de.. Bir bu dünyaya nazı geçemedi. O Otobiyografim'de şöyle anlatıyor kendini;



1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üçyaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim


kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de

otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Pırağ'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'te
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde gençbir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filan olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın

sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim

ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.



Klasik herkesin anlattığı gibi anlatmayacağım NAZIM'ı ben bu gün. Nazım'ı tanıyoruz hepimiz. Bu şiir Nazım Hikmet RAN adıyla yayınlanmıştır sonraki yıllarda. Ama Nazım için şiiri aslında Orhan Selim yazmıştır. Peki kimdir bu Orhan Selim?
Diyor ya otobiyografisinde yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiye'mde Türkçemle yasak.. İşte Nazım Hikmet'in bu yasağa karşı direnişidir Orhan Selim. Yazıları kendi memleketinde kendi diliyle yasak olduğu zamanlar hemşehirlilerine gönderdiği ulaktır. Üstelik "İt Ürür Kervan Yürür" isminde bir kitabı vardır Nam-ı Diğer Orhan Selim'in. İçinde Nazım'ın sözlerini barındıran.


Çok kez düşündüm olmak istemiş miydi acaba bir "Orhan Selim"? Aşklarının, kadınlarının tamamını Nazım olarak mı sevmişti. Yoksa Orhan Selim'in bir parçası var mıydı? Orhan Selim Nazım ile aynı şeyleri mi severdi. Ne yer ne içerdi. Nereye gider ya da gidemezdi. 1961 yılında Berlin'de kederden gebermekte olsa da insanca yaşadım diyebilen Nazım Hikmet miydi Orhan Selim mi?


Çok büyük sevdi.. Yoksa nasıl dökülürdü kaleminden Piraye'ye bu sözler;


Bir tanem!
Son mektubunda: "Başım sızlıyor yüreğim sersem!" diyorsun.
"Seni asarlarsa seni kaybedersem;" diyorsun; "yaşayamam!"


Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı.


Ölüm bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü razı olmuyor gönlüm.
Fakat emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nâzım'a!


Ben, alaca karanlığında son sabahımın dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız yarı kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim...


Karım benim!
İyi yürekli, altın renkli, gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında ve bir şalgam gibi koparmıyorlar kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer bana fanila bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı,
Ve unutma ki daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.



O 3 Haziran 1963 sabahı saat 06:30'da gazetesini almak üzere 2. kattaki dairesinden apartman kapısına gazetesini almak için yürüyene kadar kimse görme mavi gözlerinde korkuyu Nazım'ın. Yaşamayı bildi, yaşama her zaman biraz daha şaşırdı, inandı, pes etmedi üstad.



Bu gün aramızdan ayrılışının 49. yılı.. Ve ben onu ölümünün 49. yılında bir Pazar günü onun şiirleriyle anıyorum.


bugün pazar.
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
toprak, güneş ve ben...
bahtiyarım...


NAZIM HİKMET RAN




Bu dünyadan NAZIM geçti..

Kadının Bedeni, Kimin Kararı?

Siyaseti her koşulda bir kenara bırakıp sadece bir kadın olarak konuşuyorum.. Günlerdir dinliyorum tüm haberleri sustum..Ama az önce NTVde bir programda konuşan Doç Dr. Zeynep Karahan USLU () nun söylediklerinden sonra dayanamadım.Sayın USLU "Bir ülkede doğum kontrol yöntemleri azalıyor, kürtaj yüzdesi artıyor. O yüzden yasaklanmalı" cümlesini vicdanı olan bilinçli bir kadın nasıl söyler?


Erkeklerin  (gerek siyasetçilerin, gerek sanatçıların, gerekse ünlülerin ) bu konuda söylediklerine aldırış etmedim. Siyasi açıdan baksak bile ve iktidar partisini umursadım bu konuda ne muhalifeti. Ama bir kadının  söyledikleri kanımı dondurdu. Erkekler hissedemezler, bilemezler, sadece izlerler. Eşlerinin , annelerinin hamileliklerini izlediler belki. Belki kendi öz kızlarının doğumlarına o bebeğin ilk aylarına şahit oldular.


 Ama kadınlar öyle değil. O bebeğin ana rahmine düşüşünden sonraki 9 ay 10 günde bitmiyor o olay. Bir kız çocuğu olarak konuşuyorum. Annem var, ablam var benden 9 yaş büyük.. Kuzenlerimin çoğu kızdı. Hep kadınların içinde büyüdüm sayılır ailede. Siz bilir misiniz bir bebek taşımanın bir kadın ve onun çevresindeki bütün kadınlar için ne kadar önemli ne kadar özel olduğunu? Her kadın birbirini kıskanır denir sürekli siz hiç gördünüz mü hamile bir kadının ne kıskandığını ne kıskanıldığını..


"Kürtaj" bir karardır. Bir kadın için dünyanın en zor kararlarından biri. Sanıyor musunuz ki Sayın Uslu'nun söylediği gibi kürtaj bir doğum kontrol yöntemi haline gelmiş olsun. Hiç duymadınız mı taşıdığı bebeğe kıyamadığı için kürtaj için gittiği kapıdan dönen kadın.


 Türkiye'de bu günlerde bu konuşulanlar ne manevi açıdan, ne maddi açıdan ne hukuki açıdan yeri olmayan söylemlerdir. Kürtaj yaptıran her kadına potansiyel katil gözüyle bakmamalı hiç bir ülkede 1 kişi bile. Kürtaj yaptıran kadının öldürdüğü tek şey o kararı verebilmek için katlettiği duygularıdır. Siz o anneden daha mı çok düşünüyorsunuz onun içinde büyüyen çocuğu. Nasıl bir yasal düzenleme getirebilirsiniz ailelerin vicdanlarına? İstenmeyen çocuklar mı gelsin dünyaya zor maddi şartlar altında büyüyecek, ailelerini hiç sevemeyecek ve belki aileleri tarafından sevilemeyecek. Bugün yasaklanacak olan bu kürtajın 6 yıl sonraki yansıması çocuğuna okul gereçleri alamadığı için intihar eden baba sayısındaki artış olacaktır. Ya da evlilik öncesi kürtaj yaptıramadıkları için, çocuk için evlenen çiftler yüzünden boşanmalar artacaktır. Üstelik o zorla dünyaya getirttiğiniz çocuğun ailesi dağılacaktır. 


Nasıl bir ülkeyiz ki Uluslararası Yasaların Kanun hükmünde olduğunu kabul ederken, kürtajın yasaklanmasını tartışarak insanların yaşama ve kendi yaşamlarına dair karar vermelerini koruyan bütün uluslararası yasaların etrafından dolaşacak adımlar atmaya çalışıyoruz. 


Merak etmeyin arkadaşlar, kürtajı yasaklayamazlar. Yasaklarsak çünkü o uluslararası yasaların etrafından dolaşamayız. Yasaklamaz gibi yapacağız. 10 haftadan muhtemelen 5 haftaya düşüreceğiz. Ve kadın 5 hafta içinde hamile olup olmadığından emin olmazsa kürtaj ona yasak olacak. Kendi hatası olacak çocuğun başına gelecek her şey.  Biz yine yasalarımız ve düzenlemelerimiz ile sıyrılacağız işin içinden. Yine milyonlarca anneyi yalnız ve terkedilmiş bırakacağız. 


Keşke böyle olacağına yasaklasak kürtajı da tüm yükü bırakmasak o elleri bebek kokan annelerin üzerine. 

Yaşım hep "19"du! :)

Bir grup dostuma sonunda dedirtecek o yazıyı ben bugün yazıyorum.

"Doğum günü" kavramının bendeki yeri oldum olası bir başkadır. En güzel günlerimi sığdırmaya çalışırım dostlarımla, ailemle 16 Kasım'lara. Hayatımda ilk defa bu yıl 16 Kasım'da ailemin yanında değildim üstelik şehrimde "İzmir"de bile değildim. Onca yılın verdiği o alışkanlık bu yıl kendini burukluğa bırakmıştı.

Ama ben bu dünyadaki en iyi dostlara sahibim. Her zaman yanımda olacaklarını bildiğim bir grup insana. Şimdi siz sandınız ki 16 Kasım'da çılgın parti falan. Hayır.. Oturduk çay içtik her zaman gittiğimiz o kafede. Uykuya yenik düştüğüm soluk bir gece sadece.. Ama çok değil 2 gün sonra...

2 gün sonra.. Yanımda çok sevdiğim 2 insan. Herşeyi sorguluyorum hayatım ile ilgili o köşebaşı dürümcüsünde oturmuşuz. Ben dert yandıkça, üzüntümü belirttikçe eve götürmeye çalışıyorlar beni. Sanıyorum ki kendi kendimi daha fazla üzmeyeyim diye bu çaba. Anlattıkça anlatıyorum ben de, vazgeçmek üzereyim bir çok şeyden. O iki müthiş insan ise beni eve götürme çabasında. Bense patlamaya hazır alarmlı bomba gibi; duygusal aksi, lanet.. Göz pınarımda bir damla tereddütte ne zaman aksam diye.. O direniyor, ben direniyorum..

Olmuyor direnmek ile.. Eve getiriyorlar beni bir ihtimal.. İşte hikayenin bundan sonrasını sözle anlatmaya gerek yok.. Bir video, bir kaç fotoğraf koyacağım. Sonra belki bir son söz eklerim..


       

Hayatımın en karar anındaki günlerinde birini sürpriz bir partiye dönüştürdüler.. Aynı kandan olmasa da benim bir ailem daha olduğunu, asla yalnız olmadığımı hatırlattılar bana yeniden. Mutlu olmam için bir şeyler yapmaya çalışan dostlarım olduğunu. Kocaman bir aileye dahil olduğumu hatırlattınız bana..

Bu geç kalmış yazı için özür dilerim. Ama o kadar değerlisiniz ki.. Bilemedim bu kelimeler nasıl bir araya gelecek. Olsun dedim öylesine yazsam da onlar beni tanıyor, ne demek istediğimi biliyor. :)


Günün Muhteşem Mimarları ;)




Biz "KARŞIYAKA"lıyız..

       Karşıyaka - Göztepe A.Ş maçından - beklene maçtan- bir gün önce içimden geldi bunları yazmak. 1912'de kurulmuştur. Türkiye'nin ilk spor kulüplerindendir Karşıyaka. Bilirsiniz armasında Türk Bayrağı taşımaya layık görülmüştür. Kiminiz bilmez ben bir daha anlatayım bu olayın geçmişini..

       "İzmir'inim biricik kulübü Karşıyaka'mızı 1912 yılında "azınlık kulüpler"e tepki olarak o zamanki Türk Gençleri tarafından kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı zamanında tüm sporcularıyla birlikte Milli Mücadeleye katılmış ve çeşitli cephelerde savaşmışlardır.Karşıyaka Kulübü'nün bir numaralı üyesi ve kurucusu olan Kadızade Zühtü Işıl, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele'de 8 yıl bir çok cephede savaşmış, hatta Filistin cephesinde “Kanal Harekatı” sırasında İngilizler'e esir düşmüştür.Kurtuluş Savaşı yıllarında İzmir'in çoğunluğunu RumFransız ve diğer yabancılar oluştururken, Karşıyaka ise Türklerin yoğun yaşadığı bir yerleşim birimiydi. Bugün için söylenen "Biz Karşıyakalıyız" ifadesi de Türklerin Anadolu'ya geçerken kendilerini tanıtmak için kullandığı bir parolaydı. Yani o dönem "Biz Karşıyakalıyız.." demek  "Biz Türküz" demektir.

        Savaş sonrası Karşıyaka Spor Kulübü kendini toparladıktan sonra Mustafa Kemal Atatürk İzmir'e her gelişinde kulübü ziyaret etmiş, 1926 yılında ise Armasında Ay-Yıldız taşıma şerefine layık görmüştür."

       Karşıyaka Kulünü'nü bir ziyaretinde 1937'de şöyle demiştir Ulu Önder "...Spor yalnız beden kabiliyetinin bir üstünlüğü sayılmaz. İdrak ve ahlak da bu ise yardım eder. Zeka ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zeka ve kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar. Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim." demiştir. Ve Mustafa Kemal Atatürk'ün bu lafı hala kulaklarımızda çınlamaktadır.      
       Mahmur Handan Hanım bir de şarkı yazmıştır.. Dinleyelim de kulaklarımızın pası silinsin.. :)







Lavinia

Uzun zamandır yazmak istediğim bir yazıydı, İzmir'e gelip buradaki kitap defteri biraz kurcalayınca hatırladım. Lavinia ! Ölüm Çiçeği! Titus'un bahtsız kızı ! Özdemir ASAF'ın biricik platonik aşkı!  Her biri birbirinden değerli sayısız hikaye.. Ama tek 1 şiir! Herkesin kendinden bir şeyler bulduğu ve aslında okuduğunuzda orada yazmayanları bile anlatan bir şiir.
Ölüm Çiçeğidir aslında Lavinia. Kimse bilmez. Bir kadın ismi değildir ne şarkıdaki gibi ne şiirdeki gibi. Muhteşem zarif bir çiçektir nam-ı diğer ölüm çiçeğidir. Bir diğer anlamı da "Hayalimdeki muhteşem sevgili"dir. Anlatmak istediğim çok fazla şey var ama yazamıyorum konu Lavinia olunca. Sanki sorsanız saatlerce anlatırmışım gibi ama aynı zamanda tarifi zor bir tasvir gibi.  

Özdemir ASAF'ın "Lavinia"sını yazabilirim belki biraz.. Biricik aşkı.. Söylemeye çekindiği, bu sevgiyi o bile bilmesin istediği. Sonraları araştıran edebiyatçılarımız bulmuşlardır Lavinia'yı.  Ortaya çıkmıştır ki Oktay AKBAL'ın "Hisya"sıdır aynı zaman da Özdemir'in "Lavinia"sı. İlhan SELÇUK'un karısıdır. Sonrasında Öztürk SERENGİL'in karısıdır. Ama yıllar geçse de üstünden Özdemir ASAF'ın "Lavinia"sıdır.

Söylememiştir ASAF, ondan başkaları da dile getirememiştir yıllarca açık açık. Hep gizli gözüküp aslında herkes bilmiştir bu sevdayı.. 
Sana gitme demeyeceğim. 
Üşüyorsun ceketimi al. 
Günün en güzel saatleri bunlar. 
Yanımda kal. 

Sana gitme demeyeceğim. 
Gene de sen bilirsin. 
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, 
İncinirsin. 


Sana gitme demeyeceğim. 
Ama gitme Lavinia. 
Adını gizleyeceğim, 
Sen de bilme Lavinia!

ÖZDEMİR ASAF

"BÜYÜK"Andonyadis

Tabi ki yaşım tutmaz. Yeşil sahalarımızda görev başındayken hiç göremedim ben seni. Ben seni tanıdığımda aslında küçücük bir kız çocuğuydum. Öyle resimlerini falan görmem çok sonraları oldu. Sarı - Lacivert ateş o zaman yeni yeni harlamaya başlamıştı içimde. Babamdan dinledim seni zaman zaman. Zaman zaman minicik ellerimle tuttuğum Fenerbahçe arşivine gollerini yazdım tek tek.. O minicik ellerim ismini yazmaktan yorulduğu zaman anlamıştım değerini ilk kez. Düşünüyorum adını ilk kez bu kadar net o günden hatırlıyorum..

Sonraları marşlarda duymaya başladım adını.. "Cihatlar Lefterler Canlar Fikretler.. Hala sevilen birer abidedirler.." Ben Sarı-Lacivert diye tutuştukça adın kulaklarımda çınladı. Her maç, her deplasman..  Ordinaryus.. Ben ismini duyduğum her an gülümsedim bu güne kadar. En futboldan uzaklaştığım zamanlarda bile.. İlk kez bugün gülümsemedim. Gülümsemek istedim ama içime tarif edemediğim bir duygu doldu. O anda duymamış olmak istedim, bir süre düşünmedim. Sonra bütün arkadaşlarımın seninle ilgili yazdıklarını gördüm. Okudum okudum okudum.. Keşke diyorum şimdi keşke imkanım varken tanışsaymışım seninle. Keşke bir de senden dinleseymişim Türk Futbolunun o efsane ismini.. Seni..  Ben ilk defa düşündüm sen kimsin diye.. Tanımadan saygı duymuşum sana çok geç farkettim. Ama eminim her Fenerbahçeli'nin hissettiği bir acıdır şu anda içimdeki.  Babam seni bana nasıl anlattıysa , ben seni çocuklarıma öyle anlatacaktım.. Nereye gittin.  Şimdi bilgi yarışmalarında soracaklar Fenerbahçe'nin ve Türk Futbolunun efsane futbolcusu diye, 50. Maç Altın Şeref Madalyası'nı ilk kim aldı diyecekler..

Sen merak etme.. Fenerbahçe Cumhuriyeti'nde adın altın harflerle yazıldı bir kere o tarihe. Babam bana nasıl anlattıysa öyle anlatacağım ben seni çocuklarıma. Zor inandık, gitmedi bugün bu haber hoşumuza. Hiç düşünmemiştim senin de bir gün aramızdan ayrılacağını.Küçücük bir kız çocuğuyken hiç bitmeyecek bir efsaneydin sen benim için, her daim tahtında oturacak olan. O küçücük kız çocuğunun adını yazmaktan yorulan elleri bugün bir kez daha yazıyor senin adını..




Lefter Küçükandonyadis! Bugün senin vefatın ile Türk Futbolunda bir devir kapandı. Seni çok özleyeceğiz..